Yazan: Duygu Ateş
Son zamanlarda müziğin hakkını vererek dinleyebilme eylemini gerçekleştirdiğimi çok nadir hisseder oldum. Bir ‘hobi’, ya da bazılarının kendini inandırdığı ama aslında içi tamamen boşaltılan bir tutku değil çünkü bahsi geçen; sokakta yürürken, konuştuğun kişinin gözlerine bakarken, gözlerini başka yere odaklayıp çok uzaklara dalarken kafandan geçenlerin en düzenli (kimilerine göreyse en düzensiz) hali. Kendi hayatıyla yetinemeyen ve muhtemelen derdi bir yandan para kazanmak olan insanlar bu nedenle ‘soundtrack’ diye bir şey icad ediyor işte, bu yüzden izlediğimiz her sahnede arkada kendini duyurmak için hiçbir çaba göstermeyen müzik, tam olarak o sahnelerle birlikte hafızamıza kazınıyor; bizse filmin içinde o sahneyi yaşamışçasına davranıyoruz. Sonra film bitiyor, hayatsa aynen devam ediyor ve biz kaldığı yerden hayatı, müzik onun tamamlayıcı herhangi bir nesnesiymiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Aslına bakarsanız, biz duymadan o müzik çalıyor derinlerde; en azından dünya üzerinde ama dünyaya ait olmayan bir yerlerde…
Sonra bir yerde okuyorum ki Dylan Carlson da en baştan beri film müzikleri bestelemek için can atanlardan biriymiş; yeteneğinden sual olunmaz ya, tek derdi Hollywood’dan çıkan ve kendi deyimiyle beş para etmeyen yapımlar! Dünya kadar müzik yapan biri, bilmiyor ki fark etmeden kaç kişinin hayatına ‘soundtrack’ler hazırladı…
Henüz bu satırlara başlama cesaretini bana verenin ne olduğunu dahi idrak edememişken, kendimde Earth ile ilgili bir “dosya” hazırlayacak kudreti hissetmemin tek nedeni de işte dinlemekten bir an bile kendimi alıkoyamadığım, aslında buna teşebbüs bile etmediğim, ve mümkün olan her şekilde ‘zorluğuna’ rağmen yaşadığım şeyi kendisine benzetmeye çalıştığım Earth albüm/ler/i Angels of Darkness, Demons of Light.
Eğer bir çözümlemeyse yapacağım, her şeye en baştan başlamalı belki de:
Yıl 1989. Dylan Carlson doğduğu ve türlü nedenlerle ayrılmak zorunda kaldığı Seattle’a geri döndüğünde ve yıllardır kendisini türlü şekillerde etkileyen müzik sahnesinde en sade şekliyle yer almak için kolları sıvadığında 22 yaşında bile değildi. Ve hiç şüphesiz ergenlik yıllarına fon olmuş Black Sabbathlar, AC/DCler ve The Melvinsler gibi olmaması için önünde hiçbir engel yoktu. Washington, Oympia’da tanıştığı Slim Moon ve Greg Babior ile Earth’ün ilk temelleri atıldı. (isminden dolayı fazla kelime oyununa müsait olduğundan mümkün olan tüm imkânları değerlendirmek yerine es geçiyorum, okuyucu, kendi takdiri doğrultusunda kendi şakasını yapabilir). Grubun elemanlarının mobilitesi öyle fazla ki kendilerinin grupta ne kadar süre çaldığı konusunda büyük bir belirsizlik var, ancak 90’ların hemen başında Slim Moon ve Greg Babior isimleri yerine Joe Preston ismini görüyoruz Carlson’ınınkinin yanında. İkili yanlarına Mike Lastra’yı alarak lokal birkaç performans sergiledi ve bir demo kaydetti. Bu dönemde L7’ın ön grubu olarak verdikleri bir konserin ardından Sub Pop’ın oltasına takıldı ve bu etiketle ilk EP’si Extra-Capsular Extraction’ı 1991 yılında yayınladı. Takip eden iki yıl dahilinde biriken materyaller bu sefer Stewart Hallerman’ın yapımcılığında kaydedildi ve yine Sub Pop etiketiyle Earth 2: Special Low-Frequency Version yayımlandı; yıl 1993. Preston’ın gruptaki kısa serüveni de bu ilk albümün çıkışıyla sona erdi. Earth 2 pek çok anlamda doygun ve kendi içinde tutarlı bir albüm. Toplam 72 dakikaya sığan 3 şarkı çok kabaca tekrarlayan riffleri ve düşük, çok düşük tempoya sahip Black Sabbath albümü dinliyormuş hissiyatı yaratıyor. Davulun varlığını belli belirsiz hissettiğimiz albümün 3 şarkısı da Carlson’ın gitar ve Dave Harwell’ın bass gitarına emanet, bunlar dışında ne söz, ne de başka ses var. İşte bu basitlik olağanüstü bir dinginliği peşi sıra getiriyor, 72 dakikalı bir terapi. Gözlerinizi açtığınızda dünyanın sonunun çok önceden gelmesi gerekirmiş diyorsunuz.
1995 yılında grubun Sub Pop ile anlaşması dahilinde diskografisine ikinci uzunçalarını ekliyor, “Phase 3: Thrones and Dominions”. Aslında grup dendiğine bakılmasın, Carlson yine tek başına sadece yanına gitarda Tommy Hansen’ı ve albümün 5 nolu şarkısında duyduğumuz davullar için Rick Cambern’i alıyor bu sefer. Bu ‘faz’, Carlson’ın salt doom-metalden biraz uzaklaşıp daha fazla gitar riffine yer verdiği, yer yer grunge, hatta biraz cesaretle The Melvins tonlarına yakınsadığı bir albüm. Menşei Seattle olunca ve hiç kimseye, hatta plak şirketine dahi bir sorumluğu olmayınca Carlson’ın kendi türü dahilinde deneysel işler ortaya çıkarmasında kimsenin ne o dönem ne de şimdi bir mahsur gördüğünü sanmıyorum. Aksine, bir öncekinden daha kısa süren toplamda sadece 55 dakikayı bulan 8 şarkı, kolay tüketime alışan dinleyiciler için daha olumlu karşılanabilirdi, karşılanabilirdi diyorum çünkü Sub Pop bu albüm sonrasında grupla yollarını ayırmaya karar vermiş ancak nedense sonraları 3 albüm için anlaşmalarını uzatmıştı.
Yine de Carlson tüm özgüveni ve yeteneğiyle yaptığı müziği, doğrusu, o dönemde hissettiklerini döktüğü müziği de olabilir pekala, yapmak istediği müziğe çevirme cesaretini bu sefer yanına gitarda Mike Shawn McElligot ve davulda McDaniels’i alarak gösterdi; yıl 1996. Üçüncü uzunçalar öncekinden neredeyse 1 yıl sonra ve yine Sub Pop etiketiyle yayınlandı: Pentastar: In the Style of Demons grubun önceki işleri dikkate alınmadığında takdir gösterilecek türden bir albüm sayılabilir ancak yaptığı bu değişikliğin müziğine çok yansımadığını düşünen pek çok müzik çevresince Carlson belli bir duruşa sahip olamamaktan dolayı o dönem çok eleştirilmişti. Şuna değinmek Earth diskografisine girizgah yapmak isteyenler açısından faydalı olabilir; hali hazırda ismini Black Sabbath’ın ilk isminden alan Earth, varsa bir ‘orijini’ işte ona en çok işte bu albümde yaklaştı; daha Sabbath tarzı gitarlar, davullar ve hatta öncesinde duymaya alışmadığımız vokallerin hepsi, Carlson’ın o gençken kendince söylediği Black Sabbath şarkılarından evrilmişti belki de… Bu albüm çerçevesinde söylenecek, bence diğer en dikkat çeken şey ise, Carlson’ın yeniden yorumladığı bir Hendrix şarkısı ‘Peace in Missisippi’yi de muhteviyatında bulundurması olacaktır ki bu bile başlı başına albümün tınısı hakkında genel bir fikir edinmek için yeterli sayılabilir.
Black Sabbath ve The Melvins isimlerinin yanına Seattle ve 90lar dendiğinde eklenmesi gereken bir isim daha var: Nirvana. Şehrin müzik sahnesinin ne bereketli olduğu, hatta bir onluk dilimi öncesiyle sonrasıyla nasıl domine ettiği tartışılmaz. Earth her ne kadar temellerini doom metal ile karanlık bir zemine atsa da Dylan Carlson’ın Kurt Cobain ile dostluğu, kankalık müessesesi dahilinde farklı bir şekilde yorumlanması gereken bir mevzu. Bu, Cobain’in söylediği ‘Divine and Bright’’ın Earth’ün 1995 yılında yayınlanan ‘Sunn Amps and Smashed Guitars – Live’ albümünde duymamız kadar basit bir ilişki de değil üstelik; Dylan Carlson, Kurt Cobain’in intihar ettiği silahı alan ama çok çok öncesinde henüz 15 yaşındayken odasını paylaştığı, daha onlu yaşlarındayken beraber müzik yaptığı kişi. Ancak elbette Carlson sonraki açıklamalarında, Cobain’in kendi savunması için silaha ihtiyaç duyduğunu ve bunu belirterek kendisinden rica ettiği için aldığını belirterek Cobain intiharından sorumlu tutulmak istemediğini net bir şekilde belirtiyor.
Birkaç ufak turne ve performansın ardından 1997 yılında Dylan Carlson her şeyi bitirdi, geride hiçbir açıklama yapmadan, sadece ‘bıraktı’. Öylesine başladığı her şey, yine öylesine kendi sonunu buldu bir nevi. Uyuşturucuyla beraber gelen birtakım yasal problemler ve nicesi Carlson’ın müzik yapmasından çok hayatını devam ettirebilmesi önünde koca bir engeldi, sırf bu engeli aşabilmek adına belki de elini 4 yıl boyunca gitara sürmeden uyuşturucu tedavisi gördü. O dönem kimse ne Earth’ün ne de Dylan Carlson’ın adını andı.
2002 yılında yine birkaç ufak performansla başlayan kıpırtı, Dylan Carlson’ın davulda Adrienne Davies ile birlikte turlaması ve bu esnada kaydettiği 2005 tarihli Living in the Gleam of an Unsheathed Sword albümüyle hararetlendi. Albüm sadece 2 şarkıdan oluşmasına rağmen toplam 73 dakika civarındaydı. Arayı çok açmayan ikili 2005 yılının sonlarında grubun dördüncü uzun çaları ‘Hex; Or Printing in the Infernal Method’ı yayımladı. Southern Lord etiketli albüm Earth’ün ilk dönemki tarzının çok daha dışında kendine yer buldu. Yer yer stoner hatta country tınılarını yakalayabileceğiniz 10 şarkının hemen hepsindeki gitar tonları, grubun ilk işlerine nazaran daha temiz; daha formüllü, emprovizasyondan uzak minik hikayeler olarak nitelendirilebilir. Perküsyon, trombon, banjo gibi enstrümanların kullanıldığı albüm, grubun değişen tınısına rağmen Dylan Carlson’ın geri dönüşünü müjdeleyen türden bir eser olduğundan olsa gerek grubun ve türün takipçileri tarafından olumlu karşılandı.
Earth bu olumlu tepkilere cevaben ne yapıyorsa aynen devam etti, önce 2007’de bir EP, Hibernaculum, iki split albüm (Sunn O))) ile) ve canlı performanslarından derlenen kayıtlar yayımladı. 2008’de yine Southern Lord etiketiyle 5. stüdyo albümü The Bees Made Honey in the Lion’s Skull’ı yayımlayan grup işin formülünü çözmüş olmalıydı ki Hex ile yakalanan tatmini bu albümle tutarlılığını koruyarak ama biraz daha geniş bir çevrede algılanmasını hedefleyerek daha farklı bir kitleye yaydı. Albümü takiben yaptıkları dünya turnesi grubun yeni nesilden kazandığı dinleyici sayısını artırmıştı bir bakıma.
2011 sonlarında Carlson, davulda Adriene Davies ile ilerdiği yoluna viyolonselde Lori Goldston ve bass gitarda Karl Blau’yu alarak şimdilik eldeki son albümünü yayınladı. Angels of Darkness, Demons of Light I şubat ayında, devamı sayılabilecek fakat fazlaca emprovizasyon içeren Angels of Darkness, Demons of Light II ise 2012 Şubat dahilinde yayımladı. Bu son iki albümle, Dylan Carlson’ın bir bakıma en yavaş ve karanlık perspektiften icra edilen post rock yaptığı söylenebilir, hatta bazı şarkılarda kendini viyolonselin hakimiyetine kaptıranlar için Angels of Darkness, Demons of Light kolaylıkla ‘enstrümantal’ bir albüm olarak sınıflandırılabilir ancak etiketlerin kullanıldıkça anlamlarını yitirdiği kanaatinde olduğumdan ve bu albümlerin her dinleyenin dinledikçe kendi örgüsünü kurup, kendince yorumlayacağı şarkıları ihtiva etmesinden dolayı basit bir post-rock/enstrümantal yaftasından elbette fazlasını hak ettiğine inanıyorum. Tekrar eden riffler, belli bir matematikte devam eden davul ritimleri, daha melodik ancak daha karanlık tüm bu tınılar aradan geçen ve Dylan Carlson’ın denemekten hiçbir zaman vazgeçmediği yıllara rağmen standardının çok üzerinde kalıyor. Hiçbir söze ihtiyaç duymadan bize toplamda 106 dopdolu dakika sözü veren Carlson, her enstrümandan çıkan sesi o 106 dakikanın her bir saniyesinde hakkıyla yönetiyor.
Angels of Darkness, Demons of Light bir yol albümü, hissettirdikleriyle güneşin varlığını unutturacak, ufuk çizgisinde en ufak bir aydınlığa izin vermeden dinleyeni gitmesi gereken yere, gitmesi gerektiği gibi götürecek türden… Asgari yaşam sınırını geçmeden, bir ucu dünya olan o yolda ilerlerken… Çok şeyden vazgeçmişken, ama sadece tek bir şey için bir illüzyonu yaşarken… Bir dönüşün müziği, elinde avucunda kalan o tek şey için… Ve yarın; belki de son muhtemelen o kadar uzakta değilken…